Giriş – Farklı dünyalara, farklı kalplere
Bir antropoloji tutkunu olarak, dünya üzerindeki kültürlerin çeşitliliği beni her zaman büyülemiştir. Bu yazıda, “Kadın kadından hoşlanır mı? kültürel görelilik” sorusunu — yani kadınların kadınlardan hoşlanması olgusunu — salt biyolojik veya “modern Batılı normlar” penceresinden değil, ritüeller, semboller, akrabalık yapıları, ekonomik sistemler ve kimlik inşası bağlamında ele alacağız. Amacım belirli bir uzman kimliği taşımadan, meraklı bir yolcunun gözlemleriyle okuyucuyu başka kültürlerle empati kurmaya davet etmek. Cinsellik, yönelim, toplumsal norm ve topluluk içi dayanışma gibi kavramların birbirine nasıl dokunduğunu birlikte keşfedelim.
Ritüeller, semboller ve arzunun şekillenişi
Üçüncü Cinsiyet ve Toplumsal İfade: Örnekler
Çoğu Batılı toplumda heteroseksüellik varsayılan norm iken; dünya genelinde “üçüncü cinsiyetler” ya da “gender akışkanlığı” içeren topluluklar bu varsayımları kökten sarsar. Örneğin Güney Pasifik’te bazı toplumlarda doğuştan kadın olan, fakat hem toplumsal cinsiyet hem cinsel yönelim açısından farklı kimliklerle yaşayan bireyler vardır. Bu bireyler, hem topluluk içinde kabul gören hem de özel ritüel ve sembollerle konum kazanan bir kimlik taşırlar. Bu bağlamda, kadının kadından hoşlanması ya da kadın‑kadın ilişkisi, ritüel bir taban ve toplumsal bilinç içinde anlam kazanır. Böylece arzunun “doğal” değil, “sosyal olarak inşa edilmiş” bir yönelebilirlik olduğu görülür.
Benzer biçimde bazı topluluklarda kadın dayanışması, ritüel temelli kutsal bağlarla şekillenir. Örneğin eski topluluklarda kadın meclisleri, doğum, hasat, ay döngüsü gibi doğayla bağlantılı ritüellerde bir araya gelir; burada iki kadının duygusal veya cinsel yakınlığı, topluluğun ruhani dengesine dair sembolik anlamlar yüklenebilirdi. Bu bakış açısı, cinsellik ve sevgi üzerindeki “modern bireyci” anlayıştan farklıdır. Kadın‑kadın ilişkisi sadece bireysel bir yönelim değil; kolektif bellekte kök salan ritüel ve semboller aracılığıyla toplumsal ve ruhsal bir işlev kazanabilir.
Akrabalık ve toplumsal yapılar: evlilik, soy, cinsiyet
Çoğu kültürde akrabalık sistemi, evlilik ve soy üzerinden şekillenir. Bu sistemler — özellikle ataerkil olanlar — heteroseksüel evliliği, aile devamını ve üretimi garanti görür. Ancak akrabalık yapılarının farklı olduğu kültürlerde, kadın‑kadın birliktelikleri hem hayati hem sembolik rol oynayabilir. Örneğin miras paylaşımı, ortak üretim ve topluluk dayanışması üzerine kurulu toplumlarda, kadınlar birbirleriyle hem duygusal hem ekonomik bağlar kurarak bağımsız gruplar oluşturabilirler. Bu ilişkiler, bazen “kardeşçe bağlar” gibi tanımlansalar da, kimlik ve yönelim ekseninde bakıldığında — heteronormatif evlilik mekanizmalarının dışında — bir aşk ya da sevgi formu olarak da görülebilir.
Ekonomik sistem ve mülkiyet ilişkileri, bu tür bağların toplumsal kabulü üzerinde belirleyicidir. Kadınlar kendi topraklarını ya da üretim araçlarını kontrol eden, küçük köy ekonomilerinden oluşan toplumlarda; kadın‑kadın evleri, kolektif yaşam formları ya da hizmet ekonomisine dayalı dayanışma ağları ortaya çıkabilir. Bu tür sistemlerde, “birlikte yaşamak”, “herkes için adalet”, “ortak emek” gibi kavramlar ön plandadır; romantik ya da cinsel yönelim ikinci plandadır — ama bazı durumlarda da birincil olabilir. Böylece akrabalık ve ekonomik sistem, kadın‑kadın ilişkilerinin görünürlüğünü ve meşruiyetini etkiler.
Ekonomik sistemler, güç dengesi ve cinsel yönelim
Kapitalizm öncesi topluluklarda, ekonomik üretim genellikle kolektif ve topluluk içi dayanışmaya dayanır. Tarım, avcılık, el sanatları gibi üretimler genellikle topluluk içindeki cinsiyet rollerine göre bölünürdü; ama bu roller, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimle birebir örtüşmezdi. Kadınlar, üretimin bir parçası olduklarında ve kendi emeğini kontrol ettiklerinde, erkek egemen güç yapılarına karşı dayanışma geliştirebilir — bu dayanışma, hem toplumsal bağları hem de duygusal ilişkileri kapsayabilirdi. Böylece kadın‑kadın aşkı veya duygusal yakınlık, ekonomik bağımlılık ve hiyerarşiye alternatif bir yaşam biçimi olarak var olabilirdi.
Tersine, modern endüstriyel toplumlarda özel mülkiyet, bireysel kazanç, heteroseksüel evlilik ve çekirdek aile vurgusu baskındır. Bu sistemde kadın‑kadın ilişkileri görünmez kalabilir — toplumsal beklentiler, normlar ve ekonomik bağımlılıklar nedeniyle bastırılabilir. Ancak aynı zamanda kapitalist sistem içinde queer kimliklerin — yani heteronormun dışında kalan yönelimlerin — ifadesi de artabilir. Bu, “cinsel yönelim” kavramının, ekonomik sistemin şekillendirdiği bir alan haline dönüştüğünü gösterir.
kimlik oluşturma, modernlik ve normların evrimi
Kimlik, toplumsal normlar, aile yapısı, ritüeller, semboller ve ekonomik rollerle birlikte inşa edilir. Bu inşa sürecinde, bireylerin kendi arzularını, duygularını nasıl tanımladığı ve bunları paylaşma biçimi büyük önem taşır. Özellikle modernleşme ve küreselleşmeyle birlikte, birçok toplumda “lezbiyen”, “homoseksüel” ya da “queer” gibi kimlik kategorileri ortaya çıktı. Ancak bu kategoriler, her kültürde bire bir karşılık bulmaz. Bu noktada devreye giren şey, kültürel görelilik ilkesidir: yani bir toplumda kabul gören cinsellik ve kimlik biçimi, başka bir toplumda anlamlı olmayabilir — hatta var olmayabilir.
Örneğin bir Güney Asya toplumunda, kadın‑kadın ilişkisi ya da üçüncü cinsiyet bireyi, toplumsal bir konum olarak kabul görüyor; oysa modern bazı batılı toplumlarda bu kimlikler hâlâ sindirilmiş, görünmez kalmış olabilir. Başka bir örnek: bazı Afrika topluluklarında kadınlar arasındaki cinsel ilişki ya da birlikte yaşam, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı bir dayanışma biçimi olarak sağlıyordu — ama bu ilişkiler “lezbiyen” kimliğiyle değil, “kardeşlik”, “yunluk”, “sözleşmeli kardeşlik” gibi kavramlarla adlandırılıyordu. Böylece “kadın‑kadından hoşlanır mı?” sorusu, kimlik ve kategorilere takılıp kalmadan, toplulukların kendi sembolik evrenleri içinde yeniden sorulmalı.
Kültürel görelilik bağlamında anlayış
Kültürler arası karşılaştırma, tek bir norm ya da “insan doğası” anlayışı etrafında değil; çeşitliliğin, bağlamın ve tarihin ışığında yapılmalı. Bazı toplumlarda kadın‑kadın birliktelikleri kutsal, toplumsal ya da ekonomik anlam taşıyabilir. Başka toplumlarda görünmez kılınmış, bastırılmış olabilir. Bu çeşitlilik, cinsellik ve kimliğin evrensel olmadığını; aksine, kültürel, ekonomik ve toplumsal koşullarla derinden bağlantılı olduğunu gösterir. Dolayısıyla “hoşlanır mı?” sorusunun tek bir yanıtı yoktur — yanıt, hangi kültür ve bağlam içinde sorduğumuza bağlıdır.
Saha Notları ve Kişisel Gözlemler
Geçen yaz, küçük bir köy topluluğunda birkaç gün geçirdim. Kadınlar sabah erken uyanıp tarlaya gidiyor, birlikte çalışıyor, çalışmanın ardından çayın etrafında toplanıyordu. Bu sohbetlerin birinde, bir kadın — erkeklerle evli ama uzun yıllardır kadının yanında, kadına aşık olduğunu söylüyordu. Bu aşk, topluluk içinde tuhaf karşılanmıyordu; gizli de değildi. Kadınlar birlikte yemek hazırlıyor, çocuk bakıyor, tarlada birlikte çalışıyordu. Aralarında güçlü bir duygusal bağ vardı. Ona “arkadaşlık mı, aşk mı?” diye sorduğumda — hem olduğunu hem de ötesi diyordu: “Canımı seninle bölüyorum, sen benim ailemsin.” O an, aşkın ve bağın mutlaka biyolojik cinsiyet ya da heteronormatif evlilik kalıplarıyla sınırlı olmadığını gördüm. Bu deneyim, benim için bir uyanıştı; kalıpların ötesinde insan ilişkilerine bakmanın ne kadar zenginleştirici olduğunu fark ettim.
Benzer şekilde, farklı coğrafyalardan duyduğum hikâyelerde, kadın‑kadın yakınlıklarının zaman zaman topluluğun ruhani dengesine, üretim ilişkilerine, ataerkil baskıya karşı direnişe dair olduğunu gördüm. Bu gözlemler, cinsel yönelimin — yalnızca bireysel bir tercih değil — toplumsal yapılar, kültür ve ekonomiyle iç içe geçmiş bir gerçeklik olduğunu gösterdi.
Sonuç: Empati, anlayış, farklılık içinde bir birlik
“Kadın kadından hoşlanır mı?” sorusu, basit bir evet‑hayır sorusu değildir. Bu soru, toplulukların ritüellerinden, sembollerinden, akrabalık yapılarına, ekonomik sistemlerine ve kimlik inşa süreçlerine kadar uzanan karmaşık bir ağı işaret eder. Dünyanın dört bir yanındaki topluluklarda, kadın‑kadın aşkı veya yakınlığı; gizli, yasaklı, ya da kutsanmış olabilir — bu fark, onların ihtiyaçları, inançları, ekonomik düzenleri ve toplumsal değerleriyle şekillenir.
Bu yazıda anlattıklarım, kesinlikle “tüm toplumlar böyledir” iddiasında değil. Ama insan doğasının sabit bir kalıp olmadığını; kültürün, ekonominin, sembollerin ve topluluk bağlarının arzuyu ve kimliği yeniden biçimlendirdiğini göstermeyi amaçlıyor. Eğer okumaya ve anlamaya devam edersek — farklı kültürlerin öykülerine, ritüellerine, sessiz tanıklıklarına kulak verirsek — belki de aşk, sevgi ve yönelim konusunda çok daha geniş bir empati alanı geliştirebiliriz.